Anasayfa / KARA PARA - ORGANİZE SUÇLAR / 32 KISIM TEKMİLİ KARAPARANIN MACERASI/CAHİT UYANIK

32 KISIM TEKMİLİ KARAPARANIN MACERASI/CAHİT UYANIK

32 KISIM TEKMİLİ KARAPARANIN MACERASI-CAHİT UYANIK

Karapara ve karaparanın aklanması, insanoğlunun 21. yüzyıla doğru yol alırken karşılaştığı yepyeni bir suç türü. Karaparanın anası bilgisayarlaşma, babası da globalizasyon. Ortaya çıkan ucube ise tüm dünya ekonomik sistemini tehdit ediyor. Suç kaynaklı gelirler, yıkanıp pir-ü pak hale geldikten sonra yasal işlere doğru akıyorlar. Kapitalizm’in ruhunu oluşturan yasalara saygılı işadamları yerine, çekmecesinden silah çıkarabilecek yaradılıştaki modern gangsterler tüm yöneticileri tedirgin ediyor. Sakinliği ve oturaklı yorumları ile tanınan The Economist Dergisi’ne “Karaparaya karşı önlem alınmazsa 2020 yılında ABD Başkanı’nı mafya seçtirecek” bile dedirtebilecek kadar hacimli bir sorun olan yıkama-aklama-kurutma işlemleri, bazılarına göre 1 trilyon dolar sınırını zorluyor. Uyuşturucu kullanımıyla kendisine sağlıklı kaynaklar yaratan, dünyadaki terör dalgasıyla birlikte organize suç örgütlerinin vesayeti altına giren karapara aklanması işlemlerinden Türkiye de muzdarip. Muzdarip ama kimse halinden şikayetçi değil. Çünkü ülkenin kronik döviz çıkmazına, her dönem aranan çare karaparayla şu veya bu şekilde bağlantılı. Türkiye, tıpkı insan hakları konusunda olduğu gibi karapara konusunda da Batı’nın baskısıyla aksak-topal bir yasa çıkarabildi. Yoksa Batı’dan ABD’nin Kolombiyası gibi muamele görmekten kurtulamayacağı gibi, döviz akışı da kesintiye uğrayabilecekti. Yaklaşık 5 yıllık bir savsaklamadan sonra çıkan yasanın birçok eksikliği var. Buna rağmen yasaların ne kadar etkin olduğu uygulayıcıların perforsmanlarıyla ölçülür diyerek kendimizi sakinleştirebiliriz. Ama yine de Türkiye’de yargının tam bağımsız olmadığı düşünüldüğünde, bu yasanın etkinliği konusunda iyimser olmak için bir sebep de ortada görünmüyor. İşte size, tüm dünyada ergenlik çağını süren karaparanın 32 kısım tekmili birden macerası…  

Ünlü ve Oscar’lı film ‘Ghost’ta yakışıklı jön, ta öbür dünyadan kalkıp gelerek güzel karısını ‘karapara aklayıcısı’ bir haris bankacının şerrinden korumak için elinden geleni yapmıştı. Film ‘Happy End’le bitmişti ama dünyadaki karapara sorunu gün geçtikçe büyümeye devam ediyor. Artık ciddi sinema filmlerine bile malzeme oluşturabilecek hale gelen karapara aklama işlemleri, dünyanın 1980’den sonra tanıştığı yepyeni bir suç türü. Ama bu suç silahlarla değil, daha çok bilgisayar klavyeleri, modem hatları, internet ve akıllı kartlar kullanılarak işleniyor. Karapara akımlarının tohumları, bilgisayarlı haberleşme ve finansal işlemler yapabilme teknolojisinin akıl almaz bir hızla gelişmesiyle atıldı. Birkaç sene sonra da dünyadaki liberal ekonomi rüzgarlarıyla küçük-büyük bütün ekonomilere yayılıp filizlenerek bugünkü durumuna geldi.

Karapara, günümüzde ‘korkunç’ diye nitelenebilecek boyutlara ulaşmış bulunuyor. Amerikan Senatosu’nda bu konuya kafa yoran bir senatöre göre, dünyada her yıl 500 milyar dolar ile 1 trilyon dolar arasında karapara aklanıyor! Bu sadece aklama faaliyetlerine ilişkin bir rakam; kazanılan ve aklama sürecine sokulmayan karaparanın miktarı tahmin bile edilemiyor. En liberal ekonomik ve bankacılık mevzuatına sahip ABD, karapara aklayıcılarıyla başı en fazla dertte olan ülke. Aslına bakılırsa bunun geri planında, ABD’de çok yaygın olan uyuşturucu ticareti yatıyor. ABD’de düzenli olarak çeşitli türde uyuşturucu kullananların sayısının 17 milyonu aştığı tahmin ediliyor. İşte bu uyuşturucu pazarından kazanılan paralar, akıllara durgunluk verici binbir kanaldan legal sektöre akıtılarak temizleniyor. ABD’de aklanan kirli paranın boyutu yılda 300-500 milyar dolar arasında değişebiliyor. Bu rakam Amerikan Merkez Bankası (FED) tarafından resmen telaffuz edilmiş durumda.

FED’i Bile Korkutan Rakam

Ancak FED’in telaffuz ettiği bir başka rakam daha var ki, insanı hayretten hayrete düşürüyor. ABD bankalarının net aktifleri 4.2 trilyon dolar civarında hesaplanıyor. Öyleyse her yıl resmi ve kayıtlı sektöre giren paranın yüzde 10’u kara. Dünyada -iyimser tahminlerle- aklanan 500 milyar dolar karapara, ünlü araştırmacı Jean Ziegler’in ‘İsviçre Daha Beyaz Yıkar’ adlı kitabındaki bazı kıyaslamalarla çok daha büyük önem kazanıyor. Öyle ki, bu para neredeyse ABD’nin savunma bütçesiyle eşit. Ayrıca bu rakam, tüm Batılı ülkelerin 1 yıllık petrol alımlarını da karşılayacak boyutta.

“Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye sorulduğunda ise karşımıza hep yasadışı ve özellikle ağır suçlardan oluşan bir kazanç portresi çıkıyor. Özellikle dünyada yükselen terör dalgasının gerisinden hep uyuşturucu trafiği çıkıyor. Geçmişte marjinal mafya gruplarının elinde bulunan uyuşturucu trafiği, yavaş yavaş terör örgütlerinin denetimine geçiyor. Büyük karlar bırakan bu ticaret, terör örgütlerini kolayca palazlandırıp kontrolden çıkmaları sonucunu doğurabiliyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bir araştırmasına göre 1994’te dünyada 10 bin 250 kilogram eroin, 573 bin kilogram esrar ve 126 bin kilogram kokain üretildiği belirlenmiş. Ayrıca karapara elde edilen faaliyetlere; silah kaçakçılığı, çocuk ve genç ticareti, beyaz kadın ticareti, adam kaçırma, şantaj, resmi belgede sahtecilik sonu elde edilen gelir, ticari hile, sahte damgalı ölçü-tartı cihazı kullanma, kamu ihalelerine fesat karıştırarak kazanç sağlama, bilimsel ve sınai casusluk, kasten adam öldürme, hileli iflas, kalpazanlık, organ ticareti, değerli kağıt sahteciliği, piyasaya sahte mal sürme de eklenebiliyor.

Karaparayla mücadelede uluslararası işbirliğini koordine edip yönlendiren FATF’ın dünyadaki para aklamanın boyutları konusunda EKONOM’a yaptığı açıklama ise şöyle:

“Yıllık bazda karapara aklama konusundaki adli vakalarda kayda geçen toplam bir rakamı ortaya çıkarmak zordur. Konunun uzmanlarının çoğu, istatistik bilimi kapsamında savunulabilecek bir tahminin henüz geliştirilemediğini belirtmektedirler. Bu alanda kesin rakam ne olursa olsun genel kanı, her yıl çok yüksek miktarda yüzlerce milyar dolarlık bir rakamın bu tür olaylara konu olduğu yolundadır. Bu kapsamda elimizde kesin bir rakam olmadığı gibi, bölgesel veya ülke bazında bir dağılımı gösteren veri de bulunmamaktadır.”

İnternet’te Karapara Aklanıyor

FATF’ın yüzlerce milyar dolar diye yuvarladığı ağır suçlardan elde edilen gelirlerin aklanması için birçok yöntem geliştirilmiş. Ancak işin kötü yanı karapara aklayıcılarının, bilgisayar ve iletişim teknolojisindeki hızlı gelişmeleri günü gününe izleyip bunlardan yararlanmaları… Resmi makamlar karaparayla ilgili tüm boşlukları ne kadar ustalıkla kapatırlarsa kapatsınlar, kesin sonuca bir türlü ulaşılamıyor. Sözgelimi internet üzerinden gerçekleştirilen parasal işlemlerin yanı sıra, smart-card’larla (akıllı kartlar) yapılan işlemler de hiçbir şekilde kontrol edilemiyor ve kayıtlara geçirilemiyor. Böylece birçok ülkenin karaparayla mücadelede zorunlu şart koştuğu, 10 bin doları aşan şüpheli işlemlerin resmi makamlara bildirilmesi uygulaması boşlukta kalabiliyor. ABD Hazine Bakanlığı Mali Suçlar Bölümü’nün yaptığı bir araştırmaya göre profesyonel karapara aklayıcıları; her 3 ayda bir bilgisayar yazılımlarını değiştirerek resmi makamların izlerini sürmesini engelliyorlar. Konunun uzmanları şimdilerde, siber-bankacılık çağında ‘özel hayatın mahremiyeti’ gibi temel bir hukuk ilkesini bozmadan, bilgisayarlı ve kartlı ödeme araçlarını kontrol etmenin yollarını araştırıyorlar.

Karapara aklamanın en modern yöntemlerinin internet ve smart-card olduğunu söyledik. Peki klasik yöntemler neler? Kafa-göz yara yara uygulanan bir yöntemi dünyaca ünlü ‘Wall Street Journal’ gazetesi şöyle açıklıyor:

“Uyuşturucu kaçakçısı 20 bin dolarlık çeki, herhangi bir kurumda çek tahsildarı olarak çalışan arkadaşına verir. Bir çek tahsildarının elinde yüksek miktarda nakit bulundurması garip olmadığından ve günlük işlemler için sık sık bankaya gitmesi gerektiğinden, uyuşturucu tacirinin karaparası kolaylıkla sisteme dahil olabilir. Uyuşturucu kaçakçısı verdiği 20 bin dolar karşılığında 16 bin dolar alır. Kaçakçıya ödeme, çek tahsildarlarının sıklıkla kullandığı posta çeki formunda yapılır. 4 bin dolar ise çek tahsildarının cebine kalır! Bu aşamadan sonra uyuşturucu kaçakçısı, elindeki posta çeklerini bir kıyı bankasında daha önce açtırdığı hesaba aktarır. Bu sistem sayesinde 20 milyon dolar bile aklanabilr. Ancak birkaç çek tahsildarı kullanmak gereklidir.”

Globalleşme ve Bilgisayarlaşmanın Getirdiği Sorun

Bu en klasik yöntem, Türkiye’de her yılbaşındaki piyango çekilişinden sonra büyük ikramiye kazanan ismin -çoğunlukla- ortada görünmemesiyle ayyuka çıkan dedikodulara çok benziyor. Revaçtaki dedikoduya göre mafya, talihlinin ismini bir şekilde öğrenir. Ona, kazandığı ikramiyeden de fazla para vererek bileti elinden alır. Sonra bu piyango parası, anlaşmalı bir banka müdürü aracılığıyla tahsil edilir. Böylece karapara, ‘talih kuşu’ ve bankacılık sektörünün gözü önünde aklanmış olur. Hala bu marjinal aklama yöntemine başvuran mafya elemanı var mı bilinmez; ama Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nın bir raporuna göre, suç şebekeleri artık daha karmaşık ve şüphe çekmeyecek yöntemlerele işin altından kalkıyorlar. Rapora göre karapara aklamada en fazla tercih edilen yöntemler şöyle:

“Paravan şirketler kurmak, sahte ve şişirilmiş faturalar kullanmak, yabancı ülkede bloke edilen parayı teminat olarak göstererek yerel bankadan kredi almak, kumarhane işletmek, at yarışı gibi bahis işletmeleri açmak, vergi cenneti ülkelerden alınan kredi kartlarını kullanmak, nakit parayla büyük bina, malikane, turizm tesisi vb. satınalımları yapmak, kazanılan karaparanın yurtdışına doğrudan doğruya kaçırılması, karaparayı hisse senedi ve tahvil gibi kıymetli evraka dönüştürmek, serbest bölgelerdeki aşırı liberal bankacılık hizmetlerinden yararlanmak, turizm şirketleri kurup seyahat çekleriyle para transferi yapmak, nakit parayla gayrimenkul dışında büyük satınalımlar yapmak.”

Bu listedeki yöntemlerin birçoğu, yazının başında sözettiğimiz bilgisayar ve iletişim teknolojisindeki başdöndürücü gelişmeler yaşanmazdan önceye ait. Ülke ekonomileri ve bankacılık sistemleri birbirlerine kapalı iken bir ‘içişleri’ sorunu olarak değerlendirilen karapara, globalleşmenin getirdiği serbestlik nedeniyle ‘beynelmilel’ bir problem haline dönüştü. Karapara aklayıcıları, bu gelirin elde edildiği ülkedeki takipten kurtulmak için uluslararası bankacılık işlemlerini daha sıkça kullanmaya başladılar. Çünkü karaparanın mali sistemin labirentlerinde gözden kaybolması; paravan şirketler kurmak veya sahte ve şişirilmiş fatura peşinde koşmaktan daha kolay ve maliyeti düşüktü. Üstelik çok ciddi bir zaman tasarrufu da sağlıyordu. Eh para, kara da olsa paradır. Vakit de nakit demektir. Sonuç olarak günümüz dünyasında karapara ile mücadele ağırlıklı olarak mali sistem üzerine yoğunlaşmış bulunuyor.

Karapara İçin Özel Örgüt: FATF

Global bir sorun olan karapara elde etme ve aklamayla mücadeleye, tüm dünya dahil edilmek isteniyor. 19 Aralık 1988 tarihinde imzaya açılan ‘Uyuşturucu ve Psikotrop Maddelerin Kaçakçılığına Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ bu amaca yönelik ilk ciddi girişimdi. Yine Belçika, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Hollanda, İsveç, İsviçre, İngiltere, ABD ve Lüksemburg merkez bankaları ve denetim otoritelerinden oluşan ve İsviçre’deki bir kentten ismini alan ‘Basle Komitesi’ Aralık 1988’de yayınladığı ‘İlkeler Bildirgesi’ ile karaparayla mücadelenin ana hatlarını ortaya koydular. Karaparanın mali sistem aracılığıyla, giderek ekonomileri esir alma noktasına yaklaştığını gören G-7 ülkeleri ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Kanada; Temmuz 1989’da bu tesbitten yola çıkarak, mali sistemi ıslah etmek ve karaparayla mücadelede mevzuatları yakınlaştırmak için Mali Eylem Görev Grubu’nu (Financial Act Task Force- FATF) oluşturdular.

Daha sonra FATF’a, ağırlığını OECD ülkelerinin oluşturduğu başka ülkeler de katıldı. Bu ülkeler Türkiye, Avusturya, Avustralya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, Yunanistan, Hong Kong, İzlanda, İrlanda, Lüksemburg, Yeni Zelanda, Norveç, Portekiz, Singapur, İspanya, İsveç ve İsviçre şeklinde sıralanıyor. Ayrıca AB Komisyonu ve Körfez İşbirliği Konseyi de FATF’ın üyesi bulunuyor. Toplam 28 üyeli FATF, OECD’nin merkezi ve Fransa’nın başkenti Paris’te üslenmiş durumda. FATF her yıl karapara konusunda yaşanan uluslararası gelişmeler ve bu konuda verilen mücadeleyi anlatan bir rapor yayınlıyor. Bu raporda FATF’a üye ülkeler tek tek incelenip karapara konusunda yaptığı çalışmalar eleştiriliyor veya övülüyor. Ayrıca raporda üye ülkelerin dikkat etmesi gereken yeni hususlar da dile getiriliyor.

Herkesin Karapara Tanımı Kendine

Karapara aklamanın önlenmesi üzerine uzmanlaşan FATF, suçtan elde edilen kazançların mali sistem aracılığıyla yıkanıp kurutulmasını önlemek için yıllar önce ’40 Tavsiye’ belirledi. Büyük ölçüde 1988 tarihli BM Sözleşmesi’nden esinlenerek hazırlanan bu tavsiyelerin hepsine birden uyulduğu takdirde sistem içinde karaparayı aklamak pek mümkün görülmüyor. Ülkeler genellikle bu tavsiyeleri mali sisteme tüzük ve tebliğler aracılığıyla uyguluyorlar. Bu idari hukuk metinleri, yasama organının çıkardığı bir kanuna dayandığı takdirde ise gücü tartışılmaz hale geliyor. İşte FATF bu nedenle -kurulduğu günden bu yana- üye ülkeleri, kendi bünyelerine uygun birer ‘Karaparayla Mücadele Yasası’ çıkarmaya ikna etmek için elinden geleni yapıyor. Zaman zaman ‘aba altından sopa göstermek’ derecesine kadar ulaşan bu ikna çabalarına üye ülke hükümetleri de destek veriyor. FATF üyesi ülkelerin kendi bünyelerine uygun çıkardığı yasalarda kimi zaman sadece birkaç suç ‘karapara elde etmek’ olarak tanımlanırken, bazılarında da ‘her türlü suçtan elde edilen kazanç’ bu tanımın içine sokuluyor. En geniş tanımın yapıldığı Hollanda ve Danimarka’da her türlü suçtan elde edilen kazançlar karapara kapsamına dahil edilirken diğer bazı FATF üyesi ülkelerde durum şöyle:

“İspanya ve Portekiz’de uyuşturucu kaçakçılığı gelirleri; İsviçre’de en az 1 yıl hürriyeti bağlayıcı suçlardan elde edilen kazançlar; Almanya’da uyuşturucudan ve en az 1 yıl hürriyeti bağlayıcı suçlardan elde edilen gelirler; İtalya’da uyuşturucu, soygun, gasp, fidye için adam kaçırma suçlarından sağlanan kazanç; Norveç’te zimmet, hırsızlık, soygun, emniyeti suistimal suçlarından sağlanan para; Belçika ‘da silah kaçakçılığı, vergi kaçakçılığı, kadın ticareti, fuhuş ve örgütlü suçlardan kazanılan gelir; İngiltere’de uyuşturucu ve terörden oluşan kazanç; Yunanistan’da uyuşturucu, silah kaçakçılığı, kadın ticareti, soygun, şantaj, fidye, tarihi eser kaçakçılığı, gemi çalınması, yüksek meblağlı hırsızlık, zimmet ve dolandırıcılık kaynaklı gelirler.”

Ülkelerin mevcut karapara tanımları böyle olsa da, zaman içinde bu yavaş yavaş genişletilebiliyor. Özellikle AB üyesi ülkeler karaparayı sadece uyuşturucu ticaretinden elde edilen kazançlarla sınırlandırmanın hatalı bir davranış olduğunu ta 1990 yılında kabul ettiler. Bunun sonucunda Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi aynı yıl içinde ‘Suç Kaynaklı Gelirlerin Aklanması, Aranması, Zaptedilmesi ve Müsadere Edilmesi Hakkında Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ ni kabul ettiler. Hemen ertesi yıl da, karaparanın ulusal sınırları aşan boyutu ve AB Tek Pazarı’nın mali sistemine verebileceği zararlar düşünülerek ‘Karaparanın Aklanmasının Önlenmesine Dair Konsey Direktifi’ Avrupa Parlamentosu’nda görüşülerek yasalaştı.

ŞÜPHELİ İŞLEM İHBARLARINDA PATLAMA

Bugün FATF üyesi ülkelerde bankalar aracılığıyla karapara aklamak için insanın gözünün bir hayli ‘kara’ olması gerekiyor. Mesela hepsi FATF üyesi olan AB ülkelerinde 15 bin ECU’nun üzerindeki tüm mali işlemlerin kontrol altında tutulması gerekiyor. Yüklü nakit parayla yapılan işlemlerde ise banko memurunun, geçmişi hakkında net bilgiye sahip olmadığı müşteriyi polise ihbar etme hakkı bulunuyor. The Economist Dergisi’nde çıkan bir habere göre AB ve FATF üyesi İngiltere’de karapara aklamaya ilişkin yasalar sertleştikten sonra şüpheli işlemlerin ihbar sayısında önemli miktarda artış yaşandı. Öyle ki 1987 ve 1988 yılında sadece bin civarında işleme şüpheli gözüyle bakılıp polise haber verilirken, bu rakam tedrici bir artışla 1991’de 5 bin’e, 1992’de 14 bin’e ve 1993’te 13 bin 500’e ulaştı. Yine ABD Hazine Bakanlığı’nın verilerine göre FATF’ın uygulamaları sayesinde 1986’da 1.3 milyon adet olan döviz işlemleri raporu sayısı 1996’da 12 milyona kadar çıktı.

ABD’de ise 10 bin doları aşan tüm mali işlemler ve alım-satımlarda harcanan paranın kaynağı araştırıp soruşturuluyor. ABD’de 1994’te çıkarılan bir yasa ile karapara aklama konusunda finans sektörü dışındaki kurumlar da sıkı bir denetime alındı. Örneğin uluslararası seyahat çekleri bu kapsama dahil edilince karapara aklanmasında önemli rol oynayan American Express ve Western Union şirketleri hayli zorlandı. Yine İngiltere’de 1994’te çıkarılan bir yasa ile muhasebeci, avukat ve profesyonel danışmanların karapara aklamada aracı olmalarına ağır müeyyideler konuldu. Bütün bu çabaların sonucunda daha 1980’lerin ortasında yüzde 6 olan karapara aklama komisyonu, artan riske bağlı olarak yüzde 20’ye kadar çıktı.

Karapara Aklamak Balon Gibidir

Hal böyle olunca “Karapara aklamak bir balon gibidir. İtildiğinde en az ne tarafta direnç varsa oraya gider” ilkesinin devreye girmesi kaçınılmazdı. Bu deyimin hakkını vermek için en uygun yerler ise karapara yasası bulunmayan veya gevşek olan ülkelerin yanısıra ekonomik refahı kıyı bankacılığı (off-shore bankacılık) denilen yöntemde arayan ülkelerdi. Dünyada kıyı bankacılığna prim verenler, genelde küçük ve ekonomik gelişme imkanı çok sınırlı olan ülkeler. Bunlar arasında Karayipler, Şeysel Adaları, Macau Adası, Guersney Adası, Cayman Adaları, Kıbrıs Rum Kesimi, Hollanda Antilleri, Antigua, Barbuda, Aruba var. Kıyı bankacılığının korkunç boyutlarını anlamak için burnumuzun dibindeki Kıbrıs Rum Kesimi’ne bakmak yeterli. Burada 23 bin adet kıyı bankası faaliyet gösteriyor. Özellikle Kıbrıs Rum Kesimi, SSCB’nin dağılmasıyla Rusya, Orta Asya ve Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan mafyanın cirit attığı bir bölge. Öyle ki 23 bin bankanın 7 bin tanesi Ruslar’a ait. Bu bölgeden Batı’ya kaçırılarak aklanan paranın yıllık boyutunun 25 milyar doları bulduğu ifade ediliyor. Kıbrıs Rum Kesimi’ne yılda 100 bin Rus turist geliyor ve bunların birçoğunun elinde dolar dolu bavullar bulunuyor.

Alınan tüm önlemlere rağmen Kolombiya, İtalya, Rusya, Tayland, ABD, Kanada, Almanya, Meksika, Nijerya, Singapur, Türkiye, Venezüella, Hong Kong, Hollanda, Panama, İsviçre ve İngiltere’de de hala ciddi biçimde karapara aklanmaya devam ediliyor. Bu durum FATF’ı yeni önlemler almaya itecek gibi görünüyor. FATF 1996 yılının ortasında yaptığı toplantıda meşhur ’40 Tavsiye’nin içeriğini gözden geçirdi. Öncelikle 40 Tavsiyenin 28 üyenin hepsi için zorunlu hale getirilmesinin yanısıra, kapsamının genişletilmesi de tartışıldı. Banka dışı mali kurumların da karaparayla mücadele sürecine sokulması için çalışmalar başlatıldı. Özellikle kumarhane, döviz büfesi, sigorta şirketleri, borsa aracı kurumları, emlakçılar, otomobil finansman şirketleri gibi sermaye yoğun alanların nasıl denetleneceği konuşuldu. FATF yetkilisi John Carlson, EKONOM’un yönelttiği soruya karşılık, yeni önlemler alma konusundaki kararlılıklarını şöyle açıkladı:

“FATF’ın 1995-1996 yıllık raporu, 1996 Haziran ayında sona eren yıllık dönemde ayrıntılarıyla ortaya konulmuştur. Özellikle FATF’ın 40 Tavsiyesi’nde yer aldığı üzere tüm ülkeleri karaparanın aklanmasının önlenmesi konusunda gerekli tedbirleri alma ve uygulama konusunda teşvik etmek, FAT F’ın stratejisinin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Üyelerimizin karapara aklama karşısında bir sistemlerinin olmasını temin etmenin yanısıra, biz aynı zamanda bölgesel ve uluslararası kuruluşlarla da dünyanın her yanındaki diğer ülkelerde de bunun sağlanması yolunda çalışıyoruz. Yıllık raporumuzda yer alan girişimlere ek olarak son zamanlarda Doğu Avrupa, eski Sovyet Cumhuriyetleri, Afrika’nın güneyindeki ülkeler ve Karayiplerde de karaparanın aklanmasına karşı bazı önlemlerin geliştirilmesi yolunda girişimlerimiz oldu.”

FATF’ın yaptığı açıklamalar yüreğimize bir miktar su serpti ama The Economist Dergisi’nin, karaparayla mücadele edilmediği taktirde 2020 yılında ABD Başkanı’nı mafyanın seçeceğine ilişkin öngörüsü FATF’ın yeni çabalarıyla engellenebilecek mi, -ömrümüz vefa ederse- bekleyip göreceğiz.

Dünyada ve Türkiye’de ‘Uyuşturucu Ticareti-Karapara’ İlintisi

Karapara aklama suçunun (money laundering) işlenmesi için öncelikle suça dayalı bir kazanç sağlamak gerekiyor. Bu konudaki en büyük kaynak ise uyuşturucu ticareti. Uyuşturucuya karşı ilk önlemler 1909’da Şanghay’daki ‘Uluslararası Afyon Ticareti Kongresi’ ve 1911’deki ‘1.Lahey Konferansı’nda alındı. Daha sonra 1924-25 yılı boyunca süren Cenevre Konferansı’nda ‘Uluslararası Afyon Anlaşması’ imzalandı. Bunları 1961’de imzalanan ‘1961 Birleşmiş Milletler Tek Sözleşmesi’ ve 1971 tarihli ‘Psikotrop Maddeler Hakkındaki Sözleşme’ izledi. 1988’de imzalanan Viyana Anlaşması’yla uyuşturucu, psikotrop maddeler ve karapara arasındaki ilişkiler resmen kabul edildi.

Dünyanın 1 numaralı uyuşturucu tüketicisi durumundaki ABD’nin bu konuda başı ‘arka bahçem’ dediği Güney Amerika ülkeleriyle dertte. Özellikle Kolombiya’da artık bir gelenek, kültür ve geçim kapısı haline gelen keyif verici bitkiler üretimi ve bunları uyuşturucuya dönüştürme faaliyetleri ABD’yi tehdit ediyor. 1980’de dönemin başkanı Ronald Reagan tarafından başlatılan, daha sonra George Bush ve Bill Clinton tarafından sürdürülen Kolombiya’daki uyuşturucu kartelleriyle mücadele çalışmaları olanca hızıyla sürüyor. Çünkü ABD’de satılan kokainin yüzde 80’inin ve eroinin yüzde 15’inin bu ülkede imal edildiği hesaplanıyor. ABD Başkanı Bill Clinton 1995 sonunda aldığı bir kararla Kolombiya’nın uyuşturucu kartelleriyle yakın bağlantısı bulunan 33 firmayı Amerikan bankaları ve diğer şirketlerin kara listesine aldırdı. Kara listedeki şirketler arasında ithalat-ihracat firmaları, oto acentaları, holding firmaları ve Kolombiya’nın en büyük eczaneler zinciri bulunuyordu.

Türkiye, Kolombiya mı?

Avrupa’da ise uyuşturucu denilince ilk akla gelen ülke Türkiye oluyor. İngiltere İçişleri Bakan Yardımcısı Tom Sackville, bir süre önce yaptığı açıklamada Avrupa’ya dağıtılan uyuşturucunun yüzde 80’inin Türkiye’den geçtiğini ileri sürdü. Gerçi ‘yüzde 80’ iddiası çarçabuk Türk yetkililer tarafından yalanlandı ama böylece ABD için Kolombiya neyse, Avrupa için de Türkiye’nin benzeri bir pozisyonda bulunduğu Batılı dostlarımızca ayan-beyan ortaya konuldu.

Asında Avrupalıların Türkiye’ye uyuşturucu konusunda yaptıkları baskının gerisinde üretim değil dağıtım kaygıları yatıyor. Avrupalılar uyuşturucunun üretim merkezinin ‘Altın Hilal’ diye tanımlanan Ortadoğu, İran ve Afganistan-Pakistan olduğunu çok iyi biliyor. Ancak üretilen malların büyük bölümünün 3 ayrı hat izleyerek Türkiye üzerinden geçtiğine inanılıyor. Buna göre ilk hat Suriye’den başlayıp Hatay, Adana, İstanbul üzerinden Avrupa’ya geçiyor. İkinci hat İran, Doğu Anadolu, Adana üzerinden Mersin veya İstanbul’a uzanarak deniz yoluyla Avrupa’ya geçiyor. Üçüncü yol olarak ise Altın Hilal ülkelerinde üretilip çok değişik hatlardan TIR’lar aracılığıyla sokulan malların Türkiye’de ve Avrupa’da pazarlanması mümkün. Türkiye’den geçen ‘Balkan Rotası’ dışında Kafkaslar’dan deniz yoluyla Romanya’ya geçirilip pazarlanan ve İran, Kuzey Irak, Suriye, Güney Kıbrıs hattını izleyen iki hat daha mevcut. Türkiye, Balkan Rotası’nda yakalanan uyuşturucunun yüzde 65’inin Türk Polisi tarafından yakalandığını belirterek Batı’ya ‘içimiz rahat’ mesajı veriyor.

Türkiye, uyuşturucu naklinde ‘istasyon ülke’ olduğunu kabul ediyor ama ‘ana istasyon’ olduğunu reddediyor. Peki istasyon ülke olmanın nimetleri neler? İstanbul Mali Şube Eski Müdürü Salih Güngör’ün bir röportajında belirttiğine göre uyuşturucu bedelinin yüzde 5-7’si Türkiye’de kalıyor. Bu yüzdenin tek kişide kalmadığı ve geçişe aracılık eden mafya tipi geniş bir grup tarafından paylaşıldığı ise sır değil.

PKK’nın Uyuşturucu ve Karapara Trafiğindeki Rolü

Türkiye’nin uyuşturucu ile mücadele konusundaki tezlerinden birisi de PKK ile bağlantılı. Türkiye, PKK’nın 1984 yılından bu yana Avrupa ülkelerine yönelik uyuşturucu ticareti yaparak kendini finanse ettiğini belirtiyor ve açıkça PKK ile mücadelede Avrupalılar’ın taraf olması gerektiğini anlatıyor. PKK sindirilmeden ve mali kaynakları kurutulmadan Avrupa’da giderek salgın haline dönüşen uyuşturucu kullanımının önüne geçilemeyeceğini ifade eden Türkiye, bu konudaki sorumluluğun ortak olduğuna işaret ediyor.

Nitekim Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan bir rapora göre PKK İran, Irak, Suriye’nin Türkiye sınırları, Ermenistan sınırının dağlık kısımları ve Suriye’nin denetimindeki Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde uyuşturucu hammaddesi bitkiler olan hint keneviri ve haşhaş ekiyor. Bunları hasat ettikten sonra uyuşturucuya çevirip Avrupa’da pazarlanıyor. Öyle ki PKK, sırf Bekaa’daki ekim dolayısıyla yılda 60 ton civarında esrar, eroin ve baz morfin üretiyor.

PKK uyuşturucu sevkiyatında Abdeh, Tripoli, Beyrut, Sayda, Sur ve Minyan gibi göz yumulan veya kontrolün gevşek olduğu yerleri seçiyor. PKK Avrupa’daki pazarlama faaliyetleri için Doğu kökenli ve daha önce uyuşturucu, altın ve silah kaçakçılığına ismi karışmış bazı ailelerden yararlanıyor. Rapora göre Baybaşin, Kocakaya, Yıldırım, Koylan, Aksoy, Polat ve Cantürk aileleri bu işbirliği yapan aileler arasında sayılıyor. PKK’nın Avrupa’ya sağ-salim varan uyuşturucuyu tüketicilere ulaştırmak için kullandığı yol ise siyasi amaçlı dernekler ve deşifre olmamış militanlar. PKK’nın bu amaçla Almanya’da 187, Avusturya’da 10, Belçika’da 6, Fransa’da 23, Danimarka’da 9, Fillandiya’da 2, Hollanda’da 12, İspanya’da 1, İngiltere de 10, İsveç’te 20, İsviçre’de 13, İtalya ve ABD’de 13 derneği bulunuyor.

Türkiye, bu yasadışı ticaretten sağlanan karaparalarla MED-TV’nin kurulduğunu belirten belgeleri Belçika makamlarına verince, PKK’ya karşı ılımlı tavrıyla dikkat çeken bu ülkede bir anda dengeler değişmişti. MED-TV yöneticileri, kuruluş sırasında kullanılan 500 milyon Belçika Frangı tutarındaki paranın kaynağını bir türlü açıklayamadılar. Bu arada PKK’nın karaparalarının aklanmasına 2 Belçika vatandaşı aracı oluyordu. Bunların verdiği bilgilere göre PKK, yasadışı kazançlarını MED-TV’nin yanısıra Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki uydurma bir finans şirketi aracılığıyla aklamaya çalışıyordu.

Yine bir Kanadalı işadamı, 1996 başında Kıbrıs Rum Kesimi’nden getirmeye çalıştığı 13 milyon DM ve 5 milyon İsviçre Frangı’nı FATF üyesi Lüksemburg’daki Banque Continentale’da aklamaya çalışınca yakayı ele vermişti. Banque Continentale, Kanadalı işadamından bir başka karapara aklayıcısı kişiyle ilişkisinden şüphelenerek polise ihbar etmişti. Kanadalı işadamı, daha sonra mahkemede alacağı komisyon karşılığında akladığı parayı MED-TV’ye aktaracağını kabul etmişti. Lüksemburg Polisi, karaparanın kaynağı konusunda yaptığı incelemede, söz konusu paranın Avusturyalı bir işadamı tarafından Kıbrıs Rum Kesimi’ne getirildiğini öğrenmişti.

Yasal Uyuşturucuda Türkiye Fiyat Belirleyici

Aslında Batı’nın uyuşturucu konusunda şu anda uyguladığı baskıyı Türkiye 1970’li yıllarda yaşamıştı. Özellikle afyon ekim alanlarının daraltılması konusunda Türkiye’ye büyük baskı yapan ABD, BM’yi de arkasına alarak bu konuda başarıya ulaşmıştı. Türkiye, sonuçta dünya yasal uyuşturucu üretiminin önemli bir kısmını da eline geçirdi. Öyle ki, 1995’te dünya yasal uyuşturucu madde ihtiyacının yüzde 33’ü Türkiye tarafından karşılandı. 20 bin ton ile dünyanın en büyük haşhaş kapsülü işleme kapasitesine sahip fabrika Afyon-Bolvadin’de kuruldu. TMO’ya bağlı olarak çalışan fabrika 1995’te 25 milyon dolarlık morfin ve türevlerini ihraç etti. Türkiye bu tesisle, dünya yasal uyuşturucu piyasasında fiyat belirleyici konumunda ve kaliteli morfinin kilosu yaklaşık 400 dolardan satıyor.

Türkiye’nin dünya yasal uyuşturucu pazarındaki gücünü bir yana bırakırsak; karapara-uyuşturucu ticareti ilişkisi FATF’ın raporlarında geniş yankı bulabiliyor.

EKONOM’un FATF yetkililerine yönelttiği “Dünya karapara akımları içinde Türkiye’nin rolü hakkında neler söylenebilir?” sorusuna; doğrudan doğruya uyuşturucu trafiğiyle ilişkilendirilerek yanıt verilmesi oldukça ‘manidar’ sayılabilir. FATF’ın 1994-95 Yıllık Raporu’nun Türkiye’ye ilişkin 48.maddesi şöyle:

“Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan Türkiye, uyuşturucunun güney-batı Asya ve Ortadoğu üzerinden kuzeydeki ve Batı Avrupa’daki tüketici ülkelere yönlendirildiği Balkan Güzergahı’nın parçasıdır. Şüphesiz Türkiye, ekonomisinin ve mali sisteminin dünya pazarına hızlı açılımı ve uyuşturucu trafiği için bir transit ülke rolü oynamasından dolayı, karapara aklayıcıları için cazip bir hedef olmaktadır. Türkiye’de uyuşturucu tüketiminin göreli olarak düşük olması ve dolayısıyla ülkenin bu alandaki pazarının karlılık düzeyinin az olması, bunlara ek olarak da döviz kontrollerinin azaltımı göz önünde bulundurulduğunda, uyuşturucu işlemleri, ya Türkiye’de aklanarak, ya da aklandıktan sonra Türkiye’ye dönerek muhtemelen Türkiye’den gelmektedir.”

Türkiye’deki Karaparanın Boyutları

Türkiye’nin uyuşturucu ticareti ve karaparayla tanışması, 1960’lar sonrasına rastlamakta. O yıllarda Avrupa’ya başlayan gurbetçi akını, yüzyıllardır içine kapanık yaşayan Türk insanını çok farklı dünyalara dahil ediyordu. Gurbetçilerin önemli kısmı kaderine razı olup Avrupalının yapmak istemediği işlere razı olurken; küçük bir azınlık da yasadışı yollara saptı. 1970’lere gelindiğinde, yurtiçindeki uzantılarıyla sıkı bağlar kurarak, Avrupa’da kendilerine partnerler bularak Türk Mafyası’nı oluşturdular. Aynı yıllarda yükselen terör dalgasıyla mafyanın el attığı ikinci alan silah kaçakçılığı oldu. Kaçak sigara ve içki ticareti de karapara oluşumuna katkıda bulunuyordu. O yıllarda Türkiye’de yasadışı döviz kazanımı ve kullanımı o kadar yaygındı ki; ülke çok önemli döviz krizlerine girse de Tahtakale’de istendiği kadar yabancı para bulunabiliyordu. 1970’lerde karapara ve karapara aklamak denilince akla ilk gelen ülke İsviçre’ydi. Türkiye, bu ülkeye bavullarla kaçırılan dövizlerin ve karşılığında getirilen külçe külçe altınların ‘aklanma’ öyküleriyle çalkalanıyordu. Türkiye’nin siyasi çekişmelerin etkisiyle ekonomisine çeki-düzen veremediği ve ithal ikameci modele sarılmakta ısrar ettiği 70’li yıllarda, döviz sorunu dövize çevrilebilir mevduatla (DÇM) aşılmaya çalışıldı. Türkiye’ye getirilen dövizin kaynağı kesinlikle araştırılmadı.

1980’lerde ise siyasi iktidarlar, yoğun bir döviz bunalımı korkusuyla hareket etti. Ekonominin reel kesiminde hayali ihracat aracılığıyla; finans kesiminde ise kayıtsız-şartsız açılan döviz tevdiat hesapları (DTH) ve sırdaş hesaplarla karapara aklamanın kapıları ardına kadar açıldı. Hayali ihracat, yurtdışındaki karaparanın Türkiye’ye ihracat teşviklerinden yararlanarak geri dönmesinde önemli rol oynadı. Hayali ihracat gelirleri, bazı araştırmacılara göre ihracat gelirlerinin üçte biri; bazılarına göreyse yarısına ulaşıyordu. Sırdaş hesaplar ise yurtiçindeki karapara akımlarının fikrini çelmeye yönelikti. Sırdaş hesaplar 1986 ve 1987 yıllarında sırasıyla, bankacılık sektöründeki toplam mevduatın yüzde 5.0 ve yüzde 5.7’sine kadar tırmanabiliyordu. Sırdaş hesap, bankanın elma-armut gibi ‘mevduat sertifikası’ satması esasına dayanıyordu. Müşteri, bu sertifikayı gerek satın alırken, gerek bozdururken en küçük bir kimlik beyanında bile bulunmuyordu. Cazip ve yüksek faizli DTH’ler ise Türkiye ile başka karapara aklama merkezlerini kıyaslamak isteyen yabancılara yönelikti. 1980’lerde siyasi mevkideki ekonomi yöneticilerinin “Bankalarımızın kapısı ardına kadar açık. İsteyen istediği gibi yararlanabilir” yollu demeçleriyle ifadesini bulan karaparaya çağrı pusulalarının, yerine ulaştığı kolayca söylenebilir. Çünkü benzeri bir çağrının 1994 Ekonomik Krizi sırasında yapıldığı da dikkate alındığında, Türkiye’nin hala kara ve kaynağı şaibeli paralardan medet umduğu ortada.

Vazgeçilemeyen ve Kolay Kaynak: Karapara

1980’lerdeki karaparayı cezbetme çabalarının üzerinde biraz daha durmakta fayda var. ‘Ekonomik suça ekonomik ceza’ formülüyle masumlaştırılmaya çalışılan, günümüzün pek çok ‘ağır cezalık’ suçu; sırf döviz rezervi tutmak kaygısıyla hoşgörülüyordu. Dünyanın belli başlı karapara tacirleriyle yakın ilişkideki bazı altın kaçakçılarının, yapılan yasal değişikliklerle nasıl affedildiği bazı kitaplarda uzun uzun ve ayrıntısıyla anlatılıyor. Her iyiliğin bir karşılığı da olacağı için (!) karaparaya kılıf uydurmak da yine bazı politikacılara düşüyordu. O dönemde mali sistemin neredeyse tamamını oluşturan bankalara da, belirli döviz tutturma yükümlülükleri getirilerek adeta karapara aklanmasına çanak tutmaları isteniyordu. Yeteri kadar döviz sağlamak isteyen bankaların dünya çapında isim yapmış karapara aklayıcıları ve onların yerli uzantılarıyla iş yapması 1980’lerde vakay-i adiye’den sayıldı. Bu isimler arasında dünyanın en ünlü karapara aklayıcıları Jean ve Barkev Magaryan kardeşlerin yanı sıra, Muhammed Shakarchi’de bulunuyordu.

1990’lara gelince… Bu yılları dünyadaki genel eğilimlere bağlı olarak Türkiye’nin karapara konusunda ciddi dış baskılara maruz kaldığı dönem olarak nitelemek mümkün. Sosyalist Blok’un yıkılmasıyla yaşanan otorite boşluğunun palazlandırdığı mafya ve karapara akımları sonrasında; iyice güçlenen ve umut bağlanan FATF bu baskı odaklarının başında geliyordu. Ancak Türkiye’deki yöneticiler bu konuda çoğu zaman ağırdan almayı yeğlediler. Hayali ihracat, sırdaş hesap ve döviz tevdiat hesaplarının kaybolan cazibesini, ‘hot money’i körüklemek için; TL faizlerini yükseltip kuru baskılamakta buldular. Özellikle mali sistem içindeki bin bir renge bürünmek konusunda oldukça mahir karapara, bu kez sıcak paranın içine karışarak Türkiye’ye giriyordu. Yani sıcak para, hayali ihracatı ikame etmişti. Öte yandan ülkeyi baştan aşağı saran döviz büfeleri de sırdaş hesapların yerine kolayca geçivermişti. Bankalar ve borsa aracı kurumları da; kumarhaneye dönüşen borsa sayesinde DTH’ya alternatifi kolayca bulmuşlardı. Bugün bile bankalarda ve borsa aracı kurumlarında açtırılan birçok büyük yatırım hesabının sahte isimlere dayandığı herkesçe biliniyor. Borsa’daki işlem hacminin yaklaşık yarısının ‘yabancılar’ denilen muğlak kavramla yönlendiği en yetkili ağızlardan ifade edildi.

Türkiye’de Asgari 300 Trilyon Para Aklanıyor

Peki Türkiye’deki karapara aklamanın boyutları nedir? Bu sorunun cevabı, aslında ‘karapara’ tanımıyla çok yakından ilgili. Eğer karaparayı en geniş anlamıyla tanımlarsak ortaya korkunç rakamlar çıkıyor. Sözgelimi sırf bavul ticaretinden elde edilen parayı doğru-dürüst hiçbir kayda tabi olmadığını düşünerek ‘kara’ sayarsak 5 milyar doları bir tarafa yazmak mümkün. Tüm kayıtdışı ekonomiyi yasadışı faaliyetler olarak kabul edersek, karaparanın boyutları daha korkunçlaşıyor. 25 katrilyon olarak tahmin edilen GSMH’nın yüzde 25-30’luk bölümünü oluşturan 6-7 katrilyon da bu durumda kara sayılabilir. Ancak kayıtdışı ekonomiye yönelik faaliyetler, tüm dünya literatüründe daha çok ‘gri para’ olarak tanımlanıyor. Karapara ise organize suç örgütlerinin elde ettiği para ve ceza kanunlarında suç olarak tanımlanan fiillerden kazanılan gelirler olarak tanımlanıyor. Organize suçlar ise günümüzde genellikle uyuşturucu ve silah ticaretiyle eşdeğer tutuluyor.

Bazı yabancı kaynaklara göre, Türkiye toprakları üzerinden geçirilen uyuşturucunun miktarı yılda 50 milyar dolar. Bu transit geçişe aracılık eden yerli örgütlerin yüzde 5-7 pay aldıkları genel kabul gören bir oran. Bu durumda karaparanın asgari tabanının 3 milyar dolar yani 300 trilyon lira olduğunu söylemek mümkün. Karaparanın boyutları konusunda hiçbir resmi ağızdan rakam almak olası değil. Ancak resmi makamların verdiği uyuşturucu miktarı rakamları, 300 trilyon rakamını doğrular nitelikte. İçişleri Eski Bakanı Mehmet Ağar, Balkan Rotası’nda yakalanan uyuşturucuların yüzde 65’inin Türk polisinin operasyonlarına dayandığını resmen açıkladı. Yine Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bir raporuna göre Türkiye’de 1995’te 3 bin 456 kilo eroin; 17 bin 356 kilo esrar ele geçirildi. Bu rakamlar dünya çapındaki eroinin yüzde 22’si; Avrupa’dakinin yüzde 47’sine eşit bulunuyor. Esrarda ise bu oranlar sırasıyla yüzde 2 ve yüzde 7. Türkiye’de karaparayla mücadelenin daha yeni başladığını söylemek mümkün.

Bu mücadelenin zorlu ve uzun bir süreç olacağını tahmin etmek ise hiç güç değil. Çünkü Adalet Bakanlığı’nın verilerinden yola çıkılarak yapılan belirlemelere göre mafyanın asgari 23 bin tetikçisi olduğu belirlendi. Bu tetikçilerin aylık düzenli gelirinin 100 milyon lira düzeyinde olduğu kabul edilirse; sırf yıllık 30 trilyonluk bir ‘personel gideri’nden bahsetmek olası. Bu hesaplama yapılırken, mafyatik suçlardan mahkemeye düşmüş kişilerin sayısının 20 bini aştığı gerçeğinden yola çıkıldı. Mafyanın çalıştırdığı bu kişilerin toplamı bugün Koç ve Sabancı gibi büyük holdinglerle yarışır hale geldi denilebilir. Yıllık 30 trilyonluk personel gideri olan bir sektörün cirosunun 300 trilyon olduğunu kabul etmek pek mantık dışı olmasa gerek. Üstelik bu rakama uyuşturucu dışındaki arazi mafyası, silah kaçakçılığı, tarihi eser kaçakçılığı vb. suçları da eklersek, rakam daha yerli yerine oturuyor.

Vergi Dostu (!) Karapara

Türkiye’de sıkça yapılan hatalardan birisi de karapara aklama faaliyetleri ile kayıtdışı ekonomi arasında bir bağ varmış gibi gösterilmeye çalışılması. Oysa kayıtdışı ekonomi, daha çok ‘gri para’ denilen kayda tabi tutulmamış ancak yasal faaliyetlerden elde edilen kazancın genel ismi.

Karapara aklamak ise yasadışı faaliyetlerden sağlanan gelirlerin legalmiş gibi gösterilmesini amaçlıyor. Yani karaparasını 3 ay vadeli hesaba yatıran bir mafya mensubu veya karaparayla 5 yıldızlı turistik tesis satın alan uyuşturucu kaçakçısı; kendisine yüklenilen vergi vb. yükümlülükleri güle-oynaya karşılıyor. Çok aç gözlü karapara aklayıcıları ise vergi vermeden bu işi yapmak istediğinde ise borsaya giderek sıfır vergiye giriyor. Bugün sayıları 150’yi bulan aracı kurumların yüzde 20’ye yakının içeriden karapara aklamak isteyenlerle organik ve inorganik ilişki içinde bulunduğu biliniyor. Dış kaynaklı karapara aklama çalışmalarına ise neredeyse tüm borsa aracı kurumları karışmış durumda.

Türkiye’de karapara aklama iddiası artık her yerde görülebiliyor. Bedelsiz ithalat kararnamesinden termik santral kiralanmasına; kuyumcu stok affından turizm teşviklerine kadar karaparanın gölgesi her yerde hissediliyor. Peki neden böyle oluyor? Sorunun cevabı Türkiye’deki siyasi sistemle yakından ilgili. Günümüzde siyaset yapmanın çok pahalı olması, sistem içine gayrimeşru fonların girmesini özendiriyor. Wall Street Journal’de yeralan bir yazıda şöyle deniliyor:

“Gerek hükümetteki gerekse özel sektördeki kaynaklara göre RP’nin fonlarının önemli bir kesimi Almanya’daki Türk cemaatinden ve S.Arabistan, Libya ve İslamcı Arap ülkelerinden geliyor. Merkez sağdaki ANAP ve DYP’nin fonlarını yurtiçinde tutmasına karşın, RP’nin bu konuda İsviçre bankalarını tercih ettiği söyleniyor.”

Karaparaya kılıf üstüne kılıf

Ünü yabancı basını tutan siyaset-gayri meşru fonlar ilişkisi; aslında 1991’den 1996’ya kadar süren karapara yasası çıkarma macerasını da kolayca açıklıyor. Ancak bu engellemeye çok çeşitli kılıflar uyduruldu. En iyi kılıflar ise 1988’de imzalanan BM Sözleşmesinin iç hukuka uydurulması sırasında yaşandı. Önce karaparaya el konulmasının ‘genel müsadere’ olup olmayacağı tartışıldı ki; bu 1982 Anayasası’na göre suçtu. Bu mania, sadece suçtan kazanılan paranın müsadere edileceği anlatılarak aşıldı. İkinci engelleme ise ‘ispat mükellefiyeti’ konusunda çıktı. “Bu bir nereden buldun kanunu olacak. İspat mükellefiyetini sanığa yüklüyorsunuz. Oysa kişi suçsuzluğunu ispat etmek mecburiyetinde değildir” denildi. Bu itiraz ise “Paranın kim kara olduğunu iddia ediyorsa ki; bunların -polis ve savcı- ispat edeceği; müsaderenin ise hakim kararıyla olacağı” ifade edilerek sonuca ulaşıldı. Üçüncü tartışmaysa ‘mülkilik’ prensibinden dolayı çıktı. “Karapara müsadere edilecek ama Türkiye’de kazanılıp yurtdışına çıkmışsa kim müsadere edecek? Böyle olursa milli varlığımıza el konulmuş olur. Ceza hukukunun mülkilik prensibi zedelenebilir mi?” sorusu soruldu. Bu tartışma ise “Başka ülkelerde kazanılıp Türkiye’ye gelmiş parayı da kendimiz müsadere edeceğiz” denilerek geçildi.

Karapara Yasası Yeterli mi?

Bu üçlü engeli geçen yasa tasarısı 1994 Ekim ayı ortasında TBMM’ye sunuldu. Ve bu tasarının yasalaşması çeşitli nedenlerle tamı tamına 25 ay sonra başarılabildi. 19 Kasım 1996 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren yasa, Meclis’e ilk sunulduğu halden çok farklı bir görünüm arz ediyor. İlk hazırlanan tasarı ile yasalaşan metin arasındaki kıyaslamalar ve yasaya yöneltilen eleştiriler şöyle sıralanabilir:

1.       İlk tasarıda karapara “kanunların suç saydığı fiillerin işlenmesinden elde edilen para” olarak tanımlanırken; bu yasada çok daraltılarak ‘tadati’ bir hale getirildi. Yasa koyucu böylece idarenin bu konudaki yetkilerini sınırlandırmış oldu.

2.       Yasada her türlü kaçakçılık (1918 sayılı yasa); silah kaçakçılığı (6136 sayılı yasa); organ kaçakçılığı (2238 sayılı yasa); tarihi eser kaçakçılığı (2863 sayılı yasa); sahte fatura ticareti (213 sayılı VUK’un 344.maddesinin 2 ve 3. bentleri); kişi hürriyetlerini engellemek (TCK 179. mad.); tehdit, gasp, şantaj (TCK 192.mad.); patlayıcı madde ticareti (TCK 264.mad); kalpazanlık (TCK 316, 317, 318, 319. mad.); kıymetli damga taklitçiliği (TCK 322. mad.); sahte bilet basmak (TCK 325.mad.); devlet mühürlerini taklit (TCK 332,333 ve 335. mad.); evrak sahteciliği (TCK 339, 341, 342 ve 345. mad.); kimlik belgeleri sahteciliği (TCK 350. mad.); uyuşturucu ticareti (TCK 403, 404 ve 406. mad.); fuhuş (TCK 435 ve 436. mad.); yağma, yol, kesmek, adam kaçırmak (TCK 495, 496, 497, 498, 499 ve 500. mad.); sigorta sahteciliği (TCK 504. mad.) ve hileli iflas (TCK 506. mad.) karaparaya kaynaklık eden suçlar olarak belirlendi. Yasada arazi mafyasının gelirleri, yasadışı kumar oynatmak, vergi kaçakçılığı, para karşılığı adam öldürmek gibi faaliyetlerin kapsam dışı tutulması hatalı. Çünkü mafya zoruyla arazi alım-satımı ve yasal ve yasadışı kumarhaneler yoluyla önemli miktarda karapara aklanıyor.

3.       Sırf sahte faturayla vergi kaçırmak değil; çeşitli muhasebe oyunları ve vergiye esas belgelerin kasıtlı şekilde ortadan kaldırılması da ağır bir suç. Bu nedenle vergi kaçakçılığını düzenleyen VUK’un 344. maddesinin 6 bendi de karapara yasası kapsamına alınmalıydı. Yapılan kısıtlı düzenleme, vergi kaçakçılığını özendirmeye devam edecek.

4.       Günümüzde karapara aklama faaliyetleri yoğun olarak mali sistem kullanılarak yapılıyor. Ayrıca karapara aklayıcıları teknolojinin tüm nimetlerinden, ellerindeki çok geniş mali imkanlarla kolayca yararlanıyorlar. Yasa, içerdiği çok dar tanımlarla bu hızlı gelişimi yakalayamaz. Eğer geniş tanım korunsaydı idare daha hızlı ve etkili hareket edebilirdi.

5.       Yasada, ekonominin genelini zor durumlara sokan ‘hamiline yazılılık’a ilişkin yeni bir düzenleme çıkmaması, sistemin etkinliğini çok azaltacak. Yasa ‘hamiline yazılılık’tan vazgeçmeyerek hem ekonomiyi, hem de karaparayla mücadele edecek makamların işini zorlaştırdı.

6.       Karapara aklama günümüzde uluslararası boyutta yapılıyor. Yasa, yetersiz düzenlemelerle bu akımları yakalayıp engelleyecek etkinliğe sahip değil.

7.       Tasarının ilk halinde Başbakanlığa bağlı şekilde oluşturulacağı belirtilen Mali Suçlar Araştırma ve İnceleme Başkanlığı (MSAİB), karaparayla mücadelede etkin olacak bir örgütlenmeye sahipken; Meclis’ten geçirilen yasada oluşturulan iki kurum bundan uzak. Başlangıç tasarısında ‘özerke yakın’ bir statüsü olan MSAİB’in bünyesinde Veri Toplama ve Değerlendirme Dairesi Başkanlığı; İnceleme ve Uygulama Dairesi Başkanlığı; Mevzuat ve Koordinasyon Dairesi Başkanlığı oluşturuluyordu. Bu örgüt yapısı, karapara konusundaki son gelişmeleri izlemek için uygun görünüyordu.

Tasarının ilk hali ‘mali suçlar araştırma ve inceleme uzmanlığı’ gibi özgün bir kadro ihdas ederek; uzmanlaşmanın artması ve derinleşmesini amaçlıyordu. Ancak çıkarılan yasa, tamamen Maliye Bakanlığı’nın etkisinde kalarak; bürokrasi içindeki genel denetim mekanizmaları içinde bu bakanlığın gücünü artırmaya yöneldi. Maliye Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan Mali Suçlar Araştırma Kurulu’nun (MASAK) maliye müfettişleri, hesap uzmanları, gelirler kontrolörleri, bankalar yeminli murakıpları, hazine kontrolörleri, SPK denetçilerinden oluşması bürokrasi içindeki geleneksel çekişmeleri bünyesine taşıyabilir. MSAK bu haliyle, yeni bir teftiş birimi oluşturulmaması için, mevcut birimlerin bir konsensusu gibi görünüyor. Üstelik MASAK’a atanacak uzmanlara verilecek 30-40 milyonluk ek ücret, bu yoldaki değerlendirmeleri güçlendiriyor.

Tasarının ilk haliyle Meclis’ten çıkan son hali arasında çok büyük farklılıklar bulunmasının en somut göstergelerinden birisi de Mali Suçlarla Mücadele Koordinasyon Kurulu (MSMKK) oluşturulması. MSMKK Maliye Müsteşarının başkanlığında Maliye Teftiş Kurulu, Maliye Hesap Uzmanları Kurulu, Mali Suçlar Araştırma Kurulu, Bankalar Yeminli Murakıpları Kurulu, Hazine Kontrolörleri Kurulu, SPK Başkanı, Gelirler Genel Müdürü, Banka ve Kambiyo Genel Müdürü, Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürü, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Afrika ve Uluslararası Siyasi Kuruluşlar Genel Müdürü, İçişleri Bakanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanından kurulu bulunuyor. Kurul, bu kalabalık haliyle bürokrasi içindeki koordinasyonu sağlamaya aday. Ancak bu koordinasyonun etkinliğinin nasıl sağlanacağı yasada açıkça ortaya konulmamış.

Türkiye’nin yaklaşık 4 yıllık uğraştan sonra bir karapara yasası var. Ancak Türkiye’de Meclis’ten geçmesine rağmen 2 yıldan bu yana uygulanamayan Rekabet Yasası dikkate alındığında karapara konusundaki çok fazla iyimserlik, sakınca yaratacakmış gibi görünüyor.

Yasanın Uygulama ve Başarı Şartları Neler?

Yasanın 15.maddesi, uygulama şartlarını belirleyecek olan yönetmeliklerin 6 ay içinde çıkarılmasını şart koşuyor. Bu, 1997 yılının Mayıs ortasına kadar yeni bir sürecin geçirilmesini gerektiriyor. “Yasa, ne kadar mükemmel olursa olsun önemli olan uygulamasıdır” kuralı, burada da geçerli. Bunun ilk şartı da FATF’ın 40 Tavsiyesi’ni harfiyen uygulamaktan geçiyor. Batı’da vergi sistemi çok iyi oturtulup işletildiği için, kişilerin mali durumları yakından izlenebiliyor. Türkiye’de ise vergi sisteminin yetersizliği, karaparayla mücadeleyi zorlaştıran en önemli unsurlardan birisi. İyi vergi yasalarıyla karapara akımları kolayca izlenebiliyor.

Türkiye’nin karaparayla mücadele konusundaki en önemli avantajı ise haberleşme altyapısının çok iyi olması. Ayrıca bankaların hemen hepsinin on-line sistemlere sahip olması da, resmi makamlara bilgi akışını kolaylaştırabilecek.

Yasanın Meclis’te görüşülme aşamasında Hazine’nin bir düzenlemesiyle 1 milyar ve üzerindeki hesaplarda kimlik tesbiti zorunluluğu getirilmesi, karaparayla mücadele konusunda atılmış ilk adım olarak değerlendirilebilir. Ancak bu önlemin 40 Tavsiye’ye uyarlanarak geliştirilmesi zorunlu. Bu çerçevede bankaların gözetim ve denetim sisteminin karaparayla uyumlaştırılması önem taşıyor.

Batı’da karapara denetiminin banka memurundan başladığının bilincinde hareket ederek, banka personelinin şüpheli işlemler konusunda eğitilmesi de mücadelenin önemli bir boyutu olarak ortaya çıkıyor.

Karapara yasasını destekleyecek yasalardan birisi de ‘mafyayla mücadele yasası’ olacak. Günümüzde birçok organize suç örgütünün yakalandığında sadece o operasyonla ilgili mallarına el konulabiliyor. Böylece daha önceki başka yasadışı faaliyetlerden sağlanan, ancak resmi makamların yakalayamadığı kazançlara dokunulamıyor. Buysa mafya tipi faaliyetleri caydırmıyor. Batı’daki birçok ülkede ise tüm mallara el konulabiliyor. İçişleri Bakanlığı’nın yürüttüğü ‘mafyayla mücadele yasası’ çalışması bu konuda köklü hükümler içeriyor. Bu yasanın çıkması halinde mafya tipi suç örgütleriyle ciddi şekilde mücadele edilebilecek.

Karapara, günümüzde ‘korkunç’ diye nitelenebilecek boyutlara ulaşmış bulunuyor. Amerikan Senatosu’nda bu konuya kafa yoran bir senatöre göre, dünyada her yıl 500 milyar dolar ile 1 trilyon dolar arasında karapara aklanıyor! Bu sadece aklama faaliyetlerine ilişkin bir rakam; kazanılan ve aklama sürecine sokulmayan karaparanın miktarı tahmin bile edilemiyor.

Uyuşturucu ticaretinin yanısıra karapara elde edilen faaliyetlere; silah kaçakçılığı, çocuk ve genç ticareti, beyaz kadın ticareti, adam kaçırma, şantaj, resmi belgede sahtecilik sonu elde edilen gelir, ticari hile, sahte damgalı ölçü-tartı cihazı kullanma, kamu ihalelerine fesat karıştırarak kazanç sağlama, bilimsel ve sınai casusluk, kasten adam öldürme, hileli iflas, kalpazanlık, organ ticareti, değerli kağıt sahteciliği, piyasaya sahte mal sürme de eklenebiliyor.

Resmi makamlar karaparayla ilgili tüm boşlukları ne kadar ustalıkla kapatırlarsa kapatsınlar, kesin sonuca bir türlü ulaşılamıyor. Sözgelimi internet üzerinden gerçekleştirilen parasal işlemlerin yanı sıra, smart-card’larla (akıllı kartlar) yapılan işlemler de hiçbir şekilde kontrol edilemiyor ve kayıtlara geçirilemiyor. Böylece birçok ülkenin karaparayla mücadelede zorunlu şart koştuğu, 10 bin doları aşan şüpheli işlemlerin resmi makamlara bildirilmesi uygulaması boşlukta kalabiliyor.

Karaparanın mali sistem aracılığıyla, giderek ekonomileri esir alma noktasına yaklaştığını gören G-7 ülkeleri ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Kanada; Temmuz 1989’da bu tesbitten yola çıkarak, mali sistemi ıslah etmek ve karaparayla mücadelede mevzuatları yakınlaştırmak için Mali Eylem Görev Grubu’nu (Financial Act Task Force- FATF) oluşturdular.

Avrupa’da ise uyuşturucu denilince ilk akla gelen ülke Türkiye oluyor. İngiltere İçişleri Bakan Yardımcısı Tom Sackville, bir süre önce yaptığı açıklamada Avrupa’ya dağıtılan uyuşturucunun yüzde 80’inin Türkiye’den geçtiğini ileri sürdü. Gerçi ‘yüzde 80’ iddiası çarçabuk Türk yetkililer tarafından yalanlandı ama böylece ABD için Kolombiya neyse, Avrupa için de Türkiye’nin benzeri bir pozisyonda bulunduğu Batılı dostlarımızca ayan-beyan ortaya konuldu.

FATF: “Şüphesiz Türkiye, ekonomisinin ve mali sisteminin dünya pazarına hızlı açılımı ve uyuşturucu trafiği için bir transit ülke rolü oynamasından dolayı, karapara aklayıcıları için cazip bir hedef olmaktadır. Türkiye’de uyuşturucu tüketiminin göreli olarak düşük olması ve dolayısıyla ülkenin bu alandaki pazarının karlılık düzeyinin az olması, bunlara ek olarak da döviz kontrollerinin azaltımı göz önünde bulundurulduğunda, uyuşturucu işlemleri, ya Türkiye’de aklanarak, ya da aklandıktan sonra Türkiye’ye dönerek muhtemelen Türkiye’den gelmektedir.”

1980’lerde ise siyasi iktidarlar, yoğun bir döviz bunalımı korkusuyla hareket etti. Ekonominin reel kesiminde hayali ihracat aracılığıyla; finans kesiminde ise kayıtsız-şartsız açılan döviz tevdiat hesapları (DTH) ve sırdaş hesaplarla karapara aklamanın kapıları ardına kadar açıldı. Hayali ihracat, yurtdışındaki karaparanın Türkiye’ye ihracat teşviklerinden yararlanarak geri dönmesinde önemli rol oynadı.

Bazı yabancı kaynaklara göre, Türkiye toprakları üzerinden geçirilen uyuşturucunun miktarı yılda 50 milyar dolar. Bu transit geçişe aracılık eden yerli örgütlerin yüzde 5-7 pay aldıkları genel kabul gören bir oran. Bu durumda karaparanın asgari tabanının 3 milyar dolar yani 300 trilyon lira olduğunu söylemek mümkün. Karaparanın boyutları konusunda hiçbir resmi ağızdan rakam almak olası değil. Ancak resmi makamların verdiği uyuşturucu miktarı rakamları, 300 trilyon rakamını doğrular nitelikte.

Batı’da vergi sistemi çok iyi oturtulup işletildiği için, kişilerin mali durumları yakından izlenebiliyor. Türkiye’de ise vergi sisteminin yetersizliği, karaparayla mücadeleyi zorlaştıran en önemli unsurlardan birisi. İyi vergi yasalarıyla karapara akımları kolayca izlenebiliyor.

Türkiye’nin karaparayla mücadele konusundaki en önemli avantajı ise haberleşme altyapısının çok iyi olması. Ayrıca bankaların hemen hepsinin on-line sistemlere sahip olması da, resmi makamlara bilgi akışını kolaylaştırabilecek.

KAYNAK : Bu makale, Ekonom Dergisinin Aralık 1996 tarihli 3. sayısında yayınlanmıştır!

Hakkında abdullah

Check Also

STRATEJİK KAYNAĞIMIZ : SU/ABDULLAH ÇAVUŞ

STRATEJİK  KAYNAĞIMIZ : SU ABDULLAH ÇAVUŞ Yurdumuzun su kaynakları, bölgede önemli bir potansiyel olarak görülmesine …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir